Uluslararası Ankara Film Festivali için hafta başından bu yana Başkentte bulunuyorum. Festivalin Ulusal Belgesel Film Yarışması bölümünde jüri üyesi olduğumdan yarışan filmlerin tümünü izlemek durumundayız.
Beni gibi ilk kez jüri üyesi olan gazeteci Şükrü Küçükşahin “bir daha” dedi:
-Belgesel jürisinde görev almayacağım!
-Neden?
-Bu kadar acıya dayanamıyorum, ağlıyorum, hasta gibi oluyorum!
Gerçekten de belgesellerin tamamına yakını (bir iki istisna dışında) Şükrü’nün dediği gibi…
Belgeseller neden böyle?
Basit bir yanıtı var:
-Çünkü dünya böyle!
Genç belgeselciler yaşadığımız dünyaya ayna tutuyorlar!
Elbette içimizi acıtmak için değil.
Bir daha yaşanmasın diye!
Ne yazık ki dünyayı yönetenler yaşananlardan hiç ders almış gibi davranmıyorlar.
Mesela 6 Mayıs böylesi ders alınacak günlerin başında geliyor. 1972’nin 6 Mayıs sabahı Türkiye Cumhuriyeti, Devleti, Sivil ve Askeri Yargısı, TBMM’si, iktidarı, muhalefeti hep birlikte el ele vererek “Üç Fidanı” idam etti.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan… Onları darağacından kurtarmak için kendilerini feda eden Mahir Çayan ve arkadaşları…
Bugün hepsi Ankara’nın Karşıyaka Mezarlığında sıra sıra yatıyorlar.
6 Mayıs 2016 günü milletvekilleri Şafak Pavey, Aykut Erdoğdu ve Burak Deste ile birlikte Karşıyaka Mezarlığına gittik.
Türkiye’nin kalbi vardı ve orada atıyordu! Dört bir yanından gelmişler ülkenin… Pek çoğul Denizler gibi 20’li yaşların ilk yarısındalar, gencecikler.
Önce Deniz, iki yanında Yusuf, onun yanında Hüseyin… Deniz’le Yusuf 25’inde Hüseyin ise 23’ünde öylesine gencecikler. Üzerleri kızıl karanfillerle örtülü… Bir de yanan sigaralar. Fidanların son sigaraları!
Sonra biraz yürüyüp sağa dönüyoruz. Çocukların “Halit Ağabeyleri”
Avukatları Halit Çelenk’i ziyaret ediyoruz. O nasıl gençleri baba şefkatiyle koruduysa, yanı başındaki elma ağacı da ona doğru kapanarak sarıp sarmalıyor.
Aynı saatlerde ise Denizlerin ve tarihten ders alınacak bütün dönemlerin belgesellerini çekmiş olan Can Dündar ile yakın çalışma arkadaşı Erdem Gül, belgesellerin bile üstünden atlayacak bir davadan yargılanıyorlardı.
Yargılamanın kendisi başlı başına skandal oluşturuyordu. Artık bunun üzerine ne olabilir ki? Diyorduk… O da oldu:
Büyük bir polis merkezi haline getirilmiş olan Çağlayan Adliyesi’nin avlusunda Can Dündar’a bir suikast yapıldı.
Murat Şahin adında (Türkiye Katiller Birliği) yeni yıldız adayı Can’a “Vatan Hainisin” ve “akıllı ol” dedikten sonra iki el ateş etti. Az daha Can’ da kaybedecektik. Tetikçi gazeteci Yağız Şenkal’ı ayağından yaraladı. Yağız o esnada “Hedef sensin arkama geç” diyerek canından olmak pahasına Can’ı korumaya almıştı!
CHP Çanakkale milletvekili Muzaffer Erkek, acemi tetikçinin üzerine atılmış, silah tutan elini bileğinden yakalamıştı. Biri daha vardı ki, o artık efsane bir kadın olarak tarihte yerini alacaktır: Dilek Dündar!
Böylesi durumlarda herkes şok vaziyette olduğu yerde kalırken o, silahlı bir adamın yakasına yapışmış karışıklıktan istifade edip kaçmasına mani olmak istemişti. Dilek bir şeyi daha gösterdi:
Katillerin yakasına böyle yapışmak lazım!
Yoksa “karanlık güçler işbaşında” manşetleriyle bütün siyasi cinayetler, ülkenin karanlık ambarına hapsedilecektir! Tıpkı şimdiye kadar olduğu gibi…
6 Mayıs günü sabahtan akşama bir günün içinde koca bir tarih uzanıyordu:
-Denizler, Canlar, belgeseller…