Yeniden 12 Eylül Öncesine Geldik

Hiç kimse güvende değil

 

Türkiye bir kaos filminin platosu haline getirildi. 1984’ten beri silahlı mücadele örgütü olan PKK, baskınlarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Güçlerine ağır kayıplar verdiriyor.

Doğu ve Güneydoğu’dan yükselen “şehit haberleri” yürekleri ağızlara getiriyor. Öte yandan silahlı hareketin içinde olmayan Kürt yerleşimlerinde yaşayan siviller, dağda verilen kayıpların intikamı olarak rasgele kurşunlanıyor.

Bu gelişmenin devamında konunun uzmanları büyük şehirlerde de “terör eylemleri” beklentilerini açıkladılar. Ancak örgüt –şimdiye kadar- böylesi eylemlere girişmedi.

Onun boşluğunu iktidar partisi ve yandaşları doldurdu!

Geceleri gazete (Hürriyet) ve siyasi parti (HDP) binaları basılıyor, yakılıyor!

Kim yapıyor bunları diye bir soru abes olur.

Recep Tayyip Erdoğan canlı yayına çıkıyor. Son derece kötü hazırlanmış bir senaryo ve zamanlama ile ekrandan siyasi analizler yapıyor. Dağlıca baskınında ölenler, sağ kalanlar hakkında resmi rakamlar ortada yokken, kendisi ve çanakçısı devamlı olarak şöyle diyorlar:

-Eğer 400 milletvekili olsaydı… 400 milletvekili olmayınca tabii…

Bu akıl-dışı izahat haberleştirilince panikleyip, “bakın yine çarpıttılar” diye daha akılsız bir versiyonla kendini batırma şovuna devam ediyor:

-Ben bir parti 400 milletvekili çıkarsın dedim. Parti ismi vermedim ki…

El insaf! CHP veya MHP’nin 400 milletvekili çıkarmasını mı istedin? Zaten öyle bir şey olsa seni alaşağı edeceklerini önceden açıkladılar! HDP o sıralarda “barajı aşar mı, aşmaz mı?” cenderesi içine itiliyordu. Geriye hangi parti kalıyor, çoğunluğu kıl payı kaçırmış AKP!..  400 milletvekili şansına en fazla sahip olan partinin AKP olduğunu anlamamak için eşek olmak lazım!!!

Recep Tayyip Erdoğan siyasetteki genel çizgisini sürdürüyor. Lazım olduğu kadar ittifaklarına sadakat gösteriyor. Sonra köprüleri atıp, saf dışı bırakıyor. Verdiği sözlerden dönüyor. Onu askerlere karşı savunan bu yüzden de adları “Tayyipçi”ye çıkan gazetecileri yazarları birer ikişer gazetelerinden attırdı.

Bu türden ilkesizlikler, uzun vadeli stratejik hedefler açısından fazlaca sakıncalı görünmüyor kendisi açısından… Nasıl olsa İslam Devletine dönüşünce bu dinsiz-imansız takımıyla bizim bir işimiz olmayacak! Varsın şimdiden gitsinler…

Erdoğan PKK ile yürütülen “Barış Görüşmeleri”ne de böyle bakıyordu. Aylarca görüşüldü. Abdullah Öcalan’ın çağrıları devasa mitinglerde yüz binlere aktarıldı. Bu sahneler bütün televizyonlar tarafından da yayınlandı.

Ama somut hiçbir adım atılmadı.

Örgütün askeri kanadı Erdoğan’ın uygun durakta barış treninden inebileceğini ihtimal dahilinde tutarak, resmi anlaşma imzalanmadan silah bırakmaya yanaşmadı.

Silah bıraktıktan sonra ya “ben barıştan vazgeçtim” derse? Geride kalan bunca yılın hesabını kim verecekti?

Nitekim PKK, Erdoğan’ın güvenilmezliği konusundaki opsiyonunda haklı çıktı!

Davutoğlu Hükümetinin Dolmabahçe Sarayında yaptığı mutabakat Erdoğan tarafından “yanlış” bulundu. Oysa bu anlaşma, alt yapısını kendisinin hazır bir süreç sonucu imzalanmıştı.

Ama o geleneksel oyun-bozanlığını burada da gösterdi.

İşlerin iyice zıvanadan çıkması ise “IŞİD’i bombalıyoruz” diye 700’ü aşkın PKK hedefinin vurulmasıyla oldu. Zaten el altından tartışıyorlardı, “Tamil Gerilları gibi” diyerek:

-Hepsini bir anda temizleyebiliriz!

 7 Haziran Seçimleri sonrasında ise Erdoğan kendisini iyice “güvensiz” hissetmeye başladı. Türkçü-İslamcı seçmen üzerinde etkili olacağını düşünerek PKK ile yeni bir savaşı başlatmaktan kaçınmadı. (Suruç Katliamı ve ertesi gün iki polisin evlerinde vurulması üzerindeki soru işaretleri olduğu yerde duruyor.)

Avrupa’da “Kürt Özgürlük Hareketi” adıyla anılan PKK, Tamil modeliyle ortadan kaldırılamayacak bir örgüt olduğunu göstermek için elinden geleni ardına koymuyor: Barış ise barış, savaş ise savaş!..

Bu koşullarda demokratik seçimlerin akıbeti haliyle korku yaratıyor. Daha şimdiden parti binaları yakılıyor. Basının “Amiral Gemisi” Hürriyet düzenli gece baskınlarına uğruyor.

Türkiye’de sanki 12 Eylül 1980 öncesi dönem temsili olarak canlandırılıyor. Adeta “birinin(!) çıkıp düdük çalması istensin” beklentisi yaratılıyor. Düdüğü kim çalabilir? Elbette kendini en güçlü hisseden!..

Ülkenin görünen fotoğrafı ne yazık ki böyle:

-Hiç kimse güvende değil!  

Posted in Genel.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir