Geçtiğimiz cumartesi günü (5 Eylül) Londra’dan gazeteci dostumuz Koray Düzgören aradı. İnternet üzerinden bütün gazeteleri taramıştı. Hiçbir yerde göremeyince de telefonu sarılıp eleştirisini dile getirmeye karar vermişti:
-Bugün baktım, 6-7 Eylül’e ilişkin kimse bir şey yazmamış. Sen de öyle!..
-Valla Koraycığım ben günümüzden 50-60 yıl öncesinin temiz ülkesinde kalmış bir Anadolu köyündeyim. Ama ‘ayıbımı’ pazartesi günü telafi edeceğim, söz!
Neyse ki, durum Koray Düzgören’in işaret ettiği kadar vahim değilmiş. Cumartesi günü ‘başta BirGün olmak üzere) gazetelerin yazı işlerinde pek çok 6-7 Eylül yazısı sayfalara yerleştiriliyormuş: Unutmayacağız, unutturmayacağız!
Bu tür olaylar söz konusu olduğunda bizim pozisyonumuzda olanlara karşı şöyle bir eleştiri yönelir:
-Neden devamlı olarak geçmişte kalan şeyleri gündeme getirip, Türkiye’nin karalanmasına vesile oluyorsunuz?
Oysa bizler Türkiye’nin karalanması değil aklanması için didinip duruyoruz:
-Türkiye ve Türkler sadece katiller, caniler, hırsızlar, soyguncular, yağmacılar ve ahlaksızlardan ibaret değildir! Vicdan sahipleri de vardır.
Bunun için uğraşıyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz, belgeselleştiriyoruz…
Eğer böyle yapmazsak o eski karanlık günlerde yaşananların benzerleri gelip kapımıza dayanır, yeni kara lekeler hepimizin alnına yapışıp kalır!
Günümüzden 59 yıl önce meydana gelen 6-7 Eylül olayları, İstanbullu Rumlarımız, Ermenilerimiz, Yahudilerimin uğradığı kaba saldırı ile günümüz arasındaki en somut bağları Can Dündar çok güzel yakaladı. Cumhuriyet’teki 7 Eylül 2014 tarihli yazısında “60 yıl sonra” diyordu:
-6-7 Eylül zihniyetinin üçüncü kuşağı ellerinde satırlarla sopalarla mahallesine sığınan yabancılara karşı saldırılardan geri durmuyor!
Eğer bu türden saldırılara karşı güçlü bir yüzleşme yapamazsak, o kir, pas, kan gelip hepimizi içine alır. Çünkü potansiyel var!
Hatırlatalım: 6-7 Eylül’ün 50. yıl dönümünde İstanbul İstiklal Caddesinde olayların fotoğraflarından bir sergi açıldı. 50 yıl önce bu cadde üzerindeki dükkanlara saldıranların torunları, bu seferde sergideki fotoğraflara saldırdılar! İlkellikleri bitmemişti!
Burada bir önemli ayrımın altını çizelim: 1955’teki saldırganlar da, 2005’teki barbarlar da sağcılar arasından çıkmışlardı! Türkiye’de sağ siyasi akımlar her zaman devletin manivela kolu olarak hizmet verdiler.
(Bu vurgu 6-7 Eylül için anma yazısı yazan bazı gazetecilerin sağ-sol ayrımı yapmadan saldırganlığı eleştirdikleri için yapmak zorunluluktu! Solcular böylesi devlet yönlendirmeli provokasyonların içinde hiç olmadılar.)
İstanbul’un altını üstüne getiren 6-7 Eylül olayları Demokrat Parti’nin militanlarınca devlet desteğiyle meydana geldi.
Atatürk’ün Selanik’teki Evi aynı zamanda Türkiye Başkonsolosluğudur. Eski konut müze, yanındaki yeni bina da resmi konsolosluk… O tarihte bu iki binanın bulunduğu bahçeye bir bomba atıldı. Yunanistan polisi saldırıyı yapanı anında yakaladı. Batı Trakyalı Türk olan Oktay Engin tutuklandı. İlk duruşmasında tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. O gece Türkiye iltica etti. Üniversite öğrencisiydi. Okulunu bitirdi. Zaten devletin elemanıydı. MİT mensubu olarak yükseldi, yükseldi… Nevşehir Valisi olarak emekli oldu!
Bu utanılacak operasyon için general Sabri Yirmibeşoğlu, 1991’de gazeteci Fatih Güllapoğlu’na şunları söyleyecekti:
-6-7 Eylül Özel Harp Dairesinin muhteşem bir operasyonuydu! Amacına da ulaşmıştır!
Fatih bu röportajı önce Tempo Dergisinde yayınladı, sonra da “Tanksız Topsuz Harekat” kitabında kalıcılaştırdı.
6-7 Eylül Olayları için Rumlarımızdan, Ermenilerimizden, Yahudilerimizden “özür dilemekte” zorlananlar, işi pişkinliğe vurmak istiyorlarsa şöyle diyebilirler:
-Valla bizim devlet sadece, Hıristiyanlara, Musevilere, Gregoryenlere toplu taarruzlar düzenlemez ki, Müslüman Türklere, Kürtlere, Alevilere de aynı şeyi yapar! Bakın Maraş’a, Sivas’a görün ne kadar “içten” olduğumuzu!
Koray Düzgören’in iç burukluğuyla işaret ettiği 6-7 Eylül 1955 için her yıl dönümünde hatırlayıcı olmalıyız. Ve unutmamalıyız:
-6-7 Eylül İstanbul için utanç günüdür!
‘Vatan millet için’’
Kuyumcuları soyduk!
Agos gazetesinden Funda Tosun, iki yıl önce çok önemli bir gazetecilik başarısına imza atarak 6-7 Eylül 1955’te yağmacılar arasında olan Mikdat Remzi Sancak ile röportaj yapmıştı. Bu bir 6-7 Eylül yağmacısıyla yapılmış ilk söyleşi idi. Her zaman “değerli” kalacaktır:
“O sıralar denizcilikle uğraşan Mikdat Remzi, muhallebi yerken ‘rastgelir’ 6-7 Eylül güruhuna. Ve tıpkı dedesi gibi, canhıraş bir şekilde yerini alır milli davada: “Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü haline… Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım?
Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal Caddesi’nde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın… Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da…”
Mikdat Remzi Sancak, bütün “vatan millet için çalıştıklarını” söyleyenler gibiydi: Altınları çaldık!..