En sonda söyleyeceğimi ilk baştan yazarak konuya girelim:
İnsanlar evlerinde işlerinde kendi hallerindeyken birden bire toplanıp, birilerine, bir yerlere saldırıp ortalığı yakıp yıkmazlar! Hedef gibi gördükleri insanların üzerinde tepinip, onları kaba dayakla öldürmezler!
Bu işlerin tümü önceden tasarlanır. İşaret verildiğinde de uygulanır.
Ancak işaretten sonra meydana gelecek olayların dozu ve şiddeti işareti verenlerin öngördüklerini ve istediklerini aşabilir.
Tıpkı 6-7 Eylül 1955’te olduğu gibi… Ne denilmişti olayların boyutları hakkında:
-Vur dedikse öldür demedik!
O tarihte (29 Ağustos- 7 Eylül 1955) Londra’da yapılmakta olan Kıbrıs Konferansı için Türkiye’nin elini güçlendirecek bir olgu olarak tasarlanmış, ancak genlerde olan linç kültürü etkisiyle büyük bir taarruza dönüşmüştü. İstanbul’un Rumlarına karşı tezgahlanmış operasyon, uygulama esnasında Ermeni, Yahudi, Süryani ve Bulgar azınlıklara da yönelmişti.
***
Tanıl Bora, “Türkiye’nin Linç Rejimi” adlı kitabında sahaya çıkarılan takımı “Linç Güruhu” ara başlığıyla şöyle anlatıyor:
“Örgütlü grupların medya tarafından yaygınlaştırılan öfkesini saldırganlık diline ve linççi seferberliğe kanalize ettiklerini görürüz.”
Olaylar sembolik olarak tasarlansa bile bir anda fiili linç haline gelebilmesi artık an meselesi olabiliyor. Kibriti bir kez çakınca alevlerin boyutlarını arzuladığınız boyutta kalmasını sağlayamazsınız.
Türkiye’nin resmi Linç Rejimi tarihte pek çok kara sayfaya sahiptir. 1934’te Trakya Olayları diye bilinen ama yaşanılan bölgelerde hala “Yahudi Yağması” olarak telaffuz edilen olaylar, devletin işaretiyle başlamıştı. 21 Haziran 1934 günü Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğü giren 2510 Sayılı Kanunla birlikte vatandaşlar birden bire önce Çanakkale’de sonra bütün Trakya’nın il ve ilçelerinde Yahudilerin işyerlerine, depolarına, mağazalarına, otellerine ve evlerine karşı saldırıya geçtiler. 15 gün sonra 4 Temmuz 1934’te Mecliste Başbakanın “durun” demesiyle saldırılar sona erdi. Ama Yahudiler de Trakya’yı terk etmişlerdi. Zaten 2510 Sayılı kanunun da amacı buydu!
Aradan 20 yıl geçtiğinde bu sefer İstanbul’da 6-7 Eylül 1955 Olayları yaşandı. Yine vatandaşlar kendiliklerinden(!) Rumları hedefe koyup, bütün İstanbullu Hıristiyanların evlerini ve işyerlerini yağmaladılar. Ay başında yayınlanan “Patriklik Fotoğrafçısı Dimitrios Kalumenos’un Objektifinden 6-7 Eylül” albümü, yağmalamanın işyerleriyle sınırlı kalmadığını da gösteriyor. Rum Ortodoks kilisesinin bütün mabetleri de yağmadan nasibini almış. Hem de mezarlara kadar! Rum azizlerinin mezarları açılıp, kemikleri etrafa saçılmış. Bazıları da bir araya getirilip yakılmış. Bunların hepsinin fotoğrafları var, sözünü ettiğim albümde…
12 Eylül 1980 öncesinde Maraş, Çorum, Tokat’ta olanlar da yukarıdakilerden farklı değildi: Hepsi devlet tarafından örgütlenmiş operasyonlardı!
Zaten General Sabri Yirmibeşoğlu, bu işleri (6-7 Eylül 1955) nasıl yaptıklarını gazeteci Fatih Güllapoğlu’na anlattı.
12 Eylül sonrasında ise Sivas’ta aydınların nasıl yakıldığını televizyonlar canlı olarak yayınladılar.
***
Bu kadar uzun örneklemeden kastım, büyük şehirlerde Kürtlere yönelik toplu saldırıların kaynağını saptamak için… Devlet bir mekanizmadır, kumandasına kim oturursa onun istediklerini yapar.
Şimdi “zulüm sırası” din referanslı parti AKP ve onun gözü kararmış esas liderinde bulunuyor. Üstelik şimdiye kadar yapılanların hepsinin üzerine çıkan bir çıta hizasından uygulanıyor.
Milli birlik ve beraberlik mitingleri de onun değirmenine su taşıyor. Çünkü operasyonun başındaki zat, bütün ülkenin kendi arkasında saf tutmasını istiyor.
1934’te Yahudiler, 1955’te İstanbullu Hıristiyanlar, 1978’de Maraşlı Aleviler, 1993’te Sivas’ta Aleviler ve sanatçılar nasıl saldırıya uğradılarsa, 2015’te de Türkiye’nin batısında yaşayan-çalışan Kürtler benzeri bir hedef haline getiriliyor… Arkasında aynı halka düşman güç var: Devlet!
En öne koyduğu göreviyse değişmedi:
-Kitleleri azgınlaştırmak!