(Aşağıdaki metin Beykoz Sözlü Tarih çalışmamızın ikinci kitabı olan “Hayatım Beykoz” un Orhan Veli ve kız kardeşi Füruzan Yolyapan hanımla birlikte ailesini anlatan bölümün kısa özetidir.)
Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veli ile kız kardeşi
“Orhan ağabeyimin pek çok
şiiri Beykoz temalıdır.”
Füruzan Yolyapan
Cihangir’deki eski bir İstanbul evinin yüksek girişli birinci katından içeri girdiğimde küçük salonun ortasında kurulu masada hayat başlamıştı. Soğuk meze tabaklarında ufak atıştırmalar, eşliğinde koyu sohbetin ilk adımları atılıyordu. Masanın başında ev sahibi Nahit Hanım oturuyordu. Nahit Hanım’a takdim edilirken ona bir de ipucu verdiler:
-Nahit Hanım, Nazım Beykozludur!
Yaşı o tarihte 84 yaşında olan asil kadın oturduğu yerden bana döndü ve kalın camlı büyük gözlüklerinin arkasından daha da güzel görünen gözlerini açarak sordu:
-Orhan’ı tanır mıydınız?
1909 yılında Girit’te doğan Nahit Gelenbevi Fıratlı, özgür bir Giritli genç kız olarak İstanbul’da yetişmişti. Kandilli Kız Lisesi’nde başladığı orta öğrenimini Erenköy Kız Lisesi’den mezun olarak tamamlamıştı. Daha sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü bitirip öğretmen olarak Ankara’ya atanmıştı.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bir ‘Ankara efsanesi’ olarak Devlet Güzel Sanatlar Vedat Fıratlı ile evlenince devletin üst düzey davetlerinde bütün gözler onun üzerine toplanır olmuştu.
Onun Cihargir’deki son dönem sofra dostları arasında yer alan eski öğrencisi Prof. Dr. Nafiz Çamlıbel (şair Faruk Nafiz Çamlıbel’in yeğeni) bir gece bana şöyle demişti:
-Nahit Hanım Atatürk’ün dans edip, Cumhuriyet’in örnek kadın tipi olarak öne çıkardığı bir insandır!
Nahit Hanım bütün kendine ait özellikleri yanında onu yücelten bir unvanı daha vardı: Orhan Veli’nin sevgilisi!
Bu yüzden “Nazım Beykozlu” denildiğinde dikkatini yoğunlaştırıp sormuştu Orhan Veli’yi tanıyıp tanımadığımı… İnsanlar ne kadar yaşlanırlarsa yaşlansınlar aşkları hep genç kalıyordu. O yüzden Beykoz denilince bu güzel kadının aklına öncelikle gençlik yıllarındaki ‘özel sevgilisi’ geliyordu.
ORHAN VELİ’NİN EN ÇOK SEVDİĞİ KADIN
Nahit Hanım, Ankara Kız Lisesi’nde Haydarpaşa Lisesi’nde ve Edirne Lisesi’ne edebiyat öğretmenliği yapıyor. 1938-1940’larda Ankara’da Nahit Hanım ile Orhan Veli’nin aşkı başlıyor. Ölümüne kadar da sürüyor. O dönemde Orhan Veli yazdığı şiirleri ilk olarak Nahit Hanım’a okuyor, onun görüşlerini alıyor.
Orhan Veli, “Aşk Resmi Geçidi” adlı şiirinde Nahit Hanım’ı şöyle anlatıyordu:
Hiç birine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar
Sade kadın değil, insan
Ne kibarlık budalası
Ne malda mülkte gözü
Hür olsak der
Eşit olsak der
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.
Orhan Veli’nin ‘hemşehrisi’ olmanın doyumsuz tadına ilk önce Nahit Hanım’ın evinde varmıştım. Beykozlu olmam Nahit Hanım’la aramızda özel bir ‘sevgi köprüsü’ oluşturmuştu.
Nahit Hanım, Orhan Veli’den 14 Kasım 1950 Salı günü ayrılıyor. O tarihte 36 yaşında olan Orhan Veli, bu dünyadan hızlıca geçip gidiyor. Ama arkasında zamanla daha da derinleşen çok parlak bir iz bırakıyor. Nahit Hanım ise sevdiklerine 3 Kasım 2002 Pazar günü veda ettiğinde 93 yaşını sürüyordu.
FÜRUZAN HANIM I BULUYORUM
Orhan Veli ile Beykoz arasında bulunan bağlar Beykoz Belediye Başkanı Muharrem Ergül döneminde ortaya çıkarıldı. Veli’nin doğduğu ev tespit edildi, “Orhan Veli 13 Nisan 1914’te bu evde dünyaya geldi” yazılı bir pirinç tabela Yalıköy İshak Ağa Bayırı’ndaki ahşap evin yaşlı bedenine çakıldı. Ardından Doç. Dr. Yılmaz Taşçıoğlu’nun hazırladığı bir araştırma kitabını Beykoz Belediye Yayınları arasından çıktı: Türk Şiirinde Bir garip Adam; Orhan Veli Kanık.
Orhan Veli ve ailesi 1930’lu yıllarda Beykoz’dan ayrılmıştı. Dolayısıyla Orhan Veli ile semtimiz arasında gönül bağı dışında bir irtibat kalmamıştı. En azından öyle sanılıyordu. Günlerden bir gün değerli gazeteci ağabeyim Ergin Konuksever’e “Yüzyıllık Beykoz Hikâyeleri” kitabımızı takdim ederken, o her zaman ki sakin haliyle, önemsiz bir şey söylüyormuş halleri içinde usulca konuşmaya başladı:
-Orhan Veli de Beykozludur biliyorsun değil mi?
-Bilmez olur muyum?
-Adnan Ağabey (Veli) benim yakın arkadaşımdı, son zamanlarına kadar hep onun evinde toplanırdık. Kız kardeşleri Füruzan Hanım var, onunla da konuşsana…
-Hayatta mı? Nerede? Telefonunu biliyor musun? İstanbul’da mı?
Benim için bir anda zaman geriye sarmış, Orhan Veli’ye değecek noktaya gelmiş gibi olmuştum. Bu yüzden de makineli tüfek hızıyla Ergin Ağabeyi soru yağmuruna boğmuştum.
-Dur oğlum, heyecanlanma… Bakarız şimdi, telefon numarası olacaktı.
Ergin Konuksever’in verdiği numarayı arayıp telefonun ahizesi açılana kadar heyecandan ölecek haldeydim. Zilinin üçüncü çalışında telefon açıldı:
-Alo…
-Füruzan Hanım!
-Buyurun benim!
İçimden derin bir “oh” çektim. Füruzan Hanım, hayattaydı, üstelik de sağlıklıydı, telefonu kendisi açmıştı. Eğer telefon elinin altında değilse üçüncü çalışta açabildiğine göre de fiziki olarak ‘maşallahı’ vardı.
Şişli Sıracevizler’deki evinden içeri girer girmez önceki tahminin hepsinin doğru olduğunu görmüştüm. Kendisini beklediğimden de iyi bulduğumu söyleyince sadece gülümsedi. Bunun altında benim bilmediğim, kim bilir kaç bölümlük dizi dertler sıralanıyordu. Ama Füruzan Hanım üzerine sinmiş olan asaleti gereği hiç olumsuz bir şeyden söz etmedi.
Füruzan Hanım da iki ağabeyi Orhan ve Adnan Veli Kanık gibi Beykoz’da dünyaya gelmişti.
Ama hazır onu bulmuşken ben niye anlatayım ki?
Söz, Beykozlu Orhan Veli ve Adnan Veli’nin kız kardeşi Füruzan Yolyapan’ın:
-Aklımda kalan ilk anılar olarak Orhan Abimin doğduğu evin bahçesindeki faaliyetleri hatırlıyorum. Beni çok etkilemiş faaliyetler… Bunların başında o evde sahnelenen tiyatro oyunları geliyor. Büyük bir bahçeydi bahçemiz. Anneannem İkbal Hanım bahçeye çok meraklıydı; türlü çeşitli meyve ağaçlarını dikmişti. Erik, ayva, nar, elma, armut, kayısı, kiraz, vişne, dut, zerdali, fındık, hatmi, ıhlamur, ne kadar ağaç geliyorsa aklınıza hepsi vardı. Demek ki bahçemiz de büyükmüş. Yüzölçümünü tam bilmiyorum, çocuk halimle o zamanki ölçüler daha da büyük geliyor olabilir. Öyle bir bahçede sahne kurarlardı, Orhan Abim, Adnan Abim, ve arkadaşları da gelirlerdi. Moliére temsilini hatırlıyorum mesela orada sahnelenen… Konu komşudan ne kadar sandalye varsa istenir, seyirci kapasitesi böylece olabildiği kadar yükseltilirdi. Sahne kurulur, komşular davet edilirdi; onu hatırlıyorum. Sahneye merdivenden çıkıp inilirdi. Ben kuliste ağabeylerimi yardım ettiğim için iki tarafı da iyi görüyordum. Bütün mahalle gelirdi. Herkes oyunun sonuna kadar izler, bitince bizimkiler seyircileri selamlar, seyirciler de uzun uzun onları alkışlarlardı.
Orhan Veli’nin doğduğu ev olduğuna göre Fransız oyun yazarı ve tiyatrocu Molier’in “Cimri”si, “Kibarlık Budalası” ve “Hastalık Hastası” adlı eserleri 1930’ların başında Beykoz İshak Ağa Bayırı’nda yerli seyirciyle buluşmuştu. O tarihte söz konusu mahallede, Türklerin dışında Yahudiler, Rumlar, Ermenilerin de yaşadığını dikkate alırsak, çok uluslu bir gösterinin yapıldığına dair kalıbımızı basabiliriz.
BEYAZ BİR AY DOĞUYOR FISTIKLARIN ARASINDAN
Füruzan Hanımın küçüklüğünde hatırladığı ikinci ev Gazi Yunus Mahallesi’ndeki bir yalı… Yalıköy’de Ahmet Mithat Efendi’nin Kırmızı Yalısı ile ilk mektep arasında kalan bölgede yer alan bu yalının yerini tam olarak çıkartamıyor. Veli Bey’in ailesinin bu yalıda bir de kayığı var. Ama bu bir ayrıcalık değil; çünkü yalıda oturan herkeste olması gereken bir alet ya da edevat niyetine sahip olunuyor, kayıklara… Füruzan Hanım “ o yıllarda yalılarda orta halli aileler de oturabiliyorlardı” diye bir not düşmeyi ihmal etmiyor. Eh, Boğaziçi’nin “mahrumiyet bölgesi” olarak kabul edilip, Boğaz’a yerleşmeyi teşvik etmek için Şirket-i Hayriye vapurları, bir yıl bedava yük ve yolcu taşıdıklarını düşünsenize… Boğaz’a yeni taşınan aileler için yapılan bu uygulama 1800’lü yılların ikinci yarısında başlıyor, o yılları yaşayanların “Seferberlik” diye tanımladığı 1. Dünya Savaşı yıllarına kadar sürüyor.
O yüzden bando mızıka takımında müzisyen olan Veli Fehmi Bey’in ailesi de rahatlıkla bir yalıda yaşayabiliyordu.
Yalıda oturup kıyıda da bir kayık olunca balık tutmamak olur mu? Füruzan Hanım “olmaz elbette” diyor:
-Biz üç kardeş Orhan, Adnan ve ben, babamla beraber balığa çıkardık. Orada şeyi hatırlıyorum mesela; böyle şangır şungur Orhan Abimin bir oltasını… En kötü oltayı demek ki ona veriyormuşuz. O kadar, gençliğinden çocukluğundan beri melek gibi bir insandı. En kötü oltayı o alıyordu, onu hatırlıyorum! Kayıkla Yeniköy’e giderdik, mehtapta Bebek’e kadar giderdik. Adnan Abimle beraber Orhan Abim küreği çekerlerdi. Yalnız kürek çekerek giderdik, deniz çok sakindi Beykoz’da… Lodos olmadığı zaman kaymak gibi kımıldamaz bile, bilirsiniz. Pırıl pırıl bir deniz… İşte o denizden hafifçe açıldığımız zaman Yeniköy’e doğru biraz çırpıntı olurdu denizde fakat giderdik. Bir de Paşabahçe Sultaniye diye bir semt vardı, hatırlarsınız değil mi?
-Evet… Paşabahçe ile Beykoz arasında.
-Paşabahçe ile Beykoz arasında. Bir de fıstık ağaçları vardı Paşabahçe’den hemen sonra. Çam ağaçları vardı.
-Burunbahçe… Rakı fabrikasının ilerisi.
-Evet, orada pikniğe giderdik. Hatta Orhan Abimin “Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların ardından” mısraını oradaki ayı görerek yazdığını tahmin ediyorum. Çünkü orada, fıstıklarda yazın akşamüzeri konuşulurdu aramızda… Bakın “ay doğuyor, ne kadar güzel” diye, annem filan… Abim herhalde onu oradan yazmış olabilir. Çünkü geçenlerde bir televizyon programında bu mısrayı okudular ve Orhan Veli’nin en güzel mısralarından biri ‘Neresi için yazıldı diye sordular?’… ‘Adada yazılmıştır’ şeklinde yorum yaptılar; tabi fıstık ağacı olunca. Ben zannediyorum ki Beykoz’da orada…
Yalnız buradaki fıstıağacından kasıt “Fıstık Çamları” olmalı… Çünkü Füruzan Hanım sözünü ettiği bölgede büyük çam ağaçları kozalakları içinde fıstıklarını vermeye devam ediyorlar.
Füruzan Hanım, deniz, balık, çam figürlerine bakılarak Orhan Veli ile Adalar arasında bağ kurulmasına itiraz ediyor:
-Yani bizim Adalarla Moda’yla pek ilgimiz olmazdı, Boğaz çocuklarıydık. Beykoz ve çevresinde arzuladığımız her türlü doğal güzellik zaten vardı.
VELİ BEY İZMİR’DEN GELİP BANDO KURUYOR
Orhan Adnan ve Füruzan Veli Kanık’ın ailesi nasıl bir tarihi geçmişten süzülerek Beykozlu olmuşlardı. Füruzan Hanımın anlatımına göre baba Veli Fehmi, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İzmir’den özel görevle İstanbul’a geliyor:
-Babam Mızıkayı Hümayün’a geliyor, çok küçük yaşta… Çok iyi bir klarnet virtüözüydü. Annem Fatma Nigar Hanım’la görücü usulü evleniyorlar. Annemler köklü Beykozlu. Babam da evlenince onun evine geliyor.
Fatma Nigar Hanım’ın doğum tarihini Füruzan Hanımla oturup aritmetik ile tarih arasında bir ödev halinde çıkartabiliyoruz. Annesi Füruzan Hanım’a diyor ki:
-Ben seni 30 yaşımdayken doğurdum.
Füruzan Hanım da 16 Ağustos 1924 Cumartesi günü dünyaya geldiğine göre otuz yıl geriye gidiyoruz, geldik 1884’e… İşte Orhan Veli, Adnan Veli ve Füruzan Veli Yolyapan’ın anneleri Fatma Nigar Hanımın doğum tarihi size. Baba Fehmi Veli için de bir on yıl fark koyunca o da 1874’e tekabül ediyor. Veli Bey’in İzmir’de hayata merhaba demesine karşılık Fatma Nigar Hanım Beykoz’da dünyaya geliyor. Bir adım daha atalım:
-Benim anneannem İkbal Hanım da Beykozluydu. Dedem Hacı Ahmet de Beykozlu. Onların evleri işte Orhan’ın doğduğu yer. Adnan o evde mi dünyaya geldi, bilmiyorum. Ama ben kesin olarak o evde doğmadığımı biliyorum.
BEYKOZ’DAN AYRILDIK, BEYKOZLULAKTAN DEĞİL
Füruzan Hanım boyundan büyük otları arasında koşuşturduğu Beykoz Çayırıyla ilgili olarak aklında kalanların başında dev çınar ağaçları geliyor:
-Beykoz Çayırı harika bir çayırdır bilirsiniz… Şimdi değil tabii ki, şimdi çayırlık sıfatı kalmamıştır. Boyumu geçecek kadar uzamış rengârenk çiçekler açardı. Saklambaç oynardık, ben o çiçeklerin otların arasına girip saklandığımı hatırlıyorum. Bir de çok büyük çınar ağaçları vardı, gövdeleri oyulmuş. Gövdeleri yaşlanmaktan ötürü oyulmuş, içinde boşluk oluşmuştu. Biz iki üç arkadaş onların içine girip saklanırdık.
Veli Bey Ankara’ya Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’na tayin olunca hep birlikte Beykoz’dan taşınıyorlar. Ama anneanne İkbal Hanım merkez üssünde olduğu için yazları topluca geliniyor. Orhan ve Adnan Veli Ankara Erkek Lisesi’nde okuyorlar. Bir iki yaz böyle denedikten sonra anne Fatma Nigar Hanım’ın sağlığı Ankara’da yaşamaya müsaade etmiyor, aile ikiye ayrılıyor, baba ve erkek çocuklar Ankara’da kalıyor, anne ve kız İstanbul’a dönüyorlar, yaz aylarında birleşiyorlar.
Füruzan Hanım için Ergin Konuksever, “Yapı Kredi Bankası’nda üst düzey yöneticilik yaptı” demişti. Onu da soruyorum, anlatıyor:
-Yapı Kredi Bankası’nda Organizasyon Müdürü oldum, genel müdür yardımcısı olmadım. Ben ortaokulu Ankara Kız Lisesi’nde bitirdim. Liseyi İstanbul Kız Lisesi’nde bitirdim. Liseyi bitirdikten sonra üniversite tahsilim de İstanbul’da oldu. İktisat Fakültesi 1949-1950 dönemi mezunuyum. Bizim lise de, İstanbul Kız Lisesi de çok iyi bir liseydi. Biz şimdiki çocuklara göre çok kültürlü yetiştik. Mesela hocalarınızı hatırlıyorum. Hatice Hanım vardı, bir İngilizce hocamız kırmızı saçları vardı. Süleyman Şevket Bey vardı edebiyat hocamız, Fahriye Hanım jeoloji hocamız, Nezahat Hanım felsefe hocamız… Bunlar sayılı hocalardı yani İstanbul’da…
-O zaman siz üniversite yıllarınızda da Beykoz’da oturdunuz.
-Hayır hayır, Beykoz’dan ayrıldık sonra gittik, satıldı her şey.
-Anneanneniz vefat edince mi?
-Tabii. Anneannem vefat edince…. Liseyi de Beykoz’da okumadım. Yani o dönemde hiç Beykoz’la alakam yoktu.
-Siz Ankara’ya gittikten sonra Beykoz yoktu?
-Evet, ortaokuldan sonra Beykoz faslı bitti.
-Peki, hani sorarlar ya ‘siz nerelisiniz?’ diye, size sorduklarında siz nasıl tanımlıyordunuz kendinizi?
-Ben Beykozluyum diyordum, gene öyle diyorum. Beykoz’u çok seviyorum. İstanbul’u çok severim, Beykoz’u çok severim ve Beykoz’da kayığımız vardı, dedim değil mi? Gidip denize baktığınız zaman denizin dibini görüyordunuz, şeffaf bir şey, deniz de sakin. O balıkların kıyameti, o doğadaki mücadele, yengeçler balıklar… Sabahleyin annem kafama bir şapka geçirirdi, elime bir olta alırdım, bağlı olan kayıkta ipi çeker kayığa atlardım, yemek zamanı eve gelirdim, tekrar atlardım. Balık tutardım orada ben, kayabalığı tutardım.
-Bütün gün?
-Bütün gün… Benim böyle tenekeyle eve balık getirdiğim olurdu.
-Peki yüzer miydiniz?
-E yüzerdim tabii. Yüzerdim ama güzel yüzmezdim.
-Abileriniz?
-Yüzerlerdi, iyi yüzerlerdi. Beykoz’da hele deniz kenarında olup da iyi yüzmemek ayıptır.
-Peki sizin arkadaşlarınız kimdi? Oyun arkadaşlarınız, kız arkadaşlarınız falan hatırlıyor musunuz?
-Kız arkadaşlarımı hatırlamıyorum Beykoz’dan. Beykoz’da arkadaşım yoktu benim pek olmadı.
-Peki abilerinizin arkadaşları?
-Abilerimin arkadaşları vardı. Söylüyorum işte tiyatro kurarken vardı, İzzet vardı. O açık deniz kaptanı oldu sonradan. İzzet Kaptan diye adı geçti. Cihat vardı, Ahmet Mithat Efendi’nin torunu Aydın Uluyazman vardı. Onu tanıyabilirsiniz.
-Evet, Aydın Bey’i tanıyorum, kızları vardı Nur ve Gül…
-Bu yakında ölmüş galiba. İşte Cihat Aydın… Sonra İsmail diye bir arkadaşları vardı. O tiyatro zamanında büyükbaba rolü oynamıştı, Büyükbaba İsmail derlerdi. Öyleydi lakabı.
-Peki, sonra abilerinizle ilişkileriniz nasıl devam etti sizin? Ne sıklıkla beraber olabiliyordunuz; beraber olabiliyor muydunuz? Mektuplaşıyor muydunuz?
-Adnan Abimle münasebetlerimiz daha seyrek oluyordu. Çünkü o Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çalışmaya gitmişti. Ergani’de filan çalıştı. Ama Orhan Abimle daha yakındık. Bir de dünya görüşü olarak da biz iki kardeş Orhan Abimle daha yakındık birbirimize. Yani Orhan abim benim için herhangi bir abi gibi değildi. Hem baba gibi, hem abi gibi, hem arkadaş gibi, hem öğretmen gibi… Her şey gibiydi yani.
-Peki, şiirlerini size okur muydu yayınlamadan önce?
-Okurdu.
-Mesela onun çok tartışma yaratan şiirleri var. Şiir basılmadan önce çıkmadan kendisiyle röportaj yapıyor Sait Faik… Orhan Veli “Rakı şişesinde balık” şiiri yayınlandığında Sait Faik onanla söyleşi yapıyor. Arkadan da “Bir elinde cımbız, bir elinde ayna” şiirinin geleceğini o söyleşide müjdeliyor. Yakında da böyle bir şiir geliyor diye… O zamanlar İstanbul’da sanat dünyasında gündem oluşturuyormuş bu söyleşiler ve bu şiirler…
-Şimdi, ‘Yaprak Dergisi’ni İstanbul’da ben dağıtırdım… Orhan Abimin Ankara’da yayınladığı Yaprak Dergisi’nin her sayısı gündem oluşturdu… İstanbul’daki dağıtımlarını ben yapardım. Kolumun altına alır, bayileri dolaşırdım.
-Tirajı ve satış rakamları hakkında bilgileriniz var mıydı?
-İşte o zaman ne kadar satardı, 300 tane 500 tane satıyorsun. Kadıköy İskelesi’ne bıraktığım zaman, en fazla satan yer orasıydı, 30–40 tane satılırdı.
-Kaç kuruştu dergi?
-10 kuruş muydu neydi, öyle bir şeydi… Kolumda Yaprak dergileri Çemberlitaş’tan, Bab-ı Âli’den iadeler alırdım, paraları filan alırdım, onu da ben idare ettim İstanbul’daki alım satımını. Hatta bir anımız vardır; Dr. Fahri Celal Bey, Bakırköy Akıl Hastanesi’nin beşhekimi, o zamana göre adı “deli doktoru” olarak geçiyor. Edebiyatçıydı aynı zamanda, yazılar da yazardı, eleştiri de yapardı. O dönemde şiir eleştirileri filan günlük gazetelerde çok çıkardı. Edebiyat sayfaları vardı. Bir gün Orhan Abimin hangi şiiri olduğunu şimdi hatırlamadığım bir şiiri için Fahri Celal Bey aleyhte bir eleştiri yazısı yazdı. Diyordu ki ; “Bu şiiri ancak bir akıl hastası yazabilir!..” Orhan Abim elinde gazeteyle eve geldi, “bakın benim için ne yazmışlar” dedi. Ama o kadar sakin ve terbiyeli bir adam ki hiç tepki göstermiyor. ‘Aptal adam, kötü adam bunu yazdı’ falan gibi şeyler çıkmazdı ağzından… Ondan birkaç gün birkaç hafta sonra dedi ki ‘Ben Bakırköy Akıl Hastanesi’ne gideceğim, orada bir tanıdığımı ziyaret edeceğim, sen de benimle berber gelmek ister misin, hastaların orada heykelleri resimleri var görürsün?’. Ben de ‘gelirim’ dedim, biz kalktık gittik “tımarhaneye”… Hakikaten işte o akıl hastalarının yaptığı resimler filan vardı, çok da güzel eserlerdi. Ondan sonra ‘gel şimdi biraz da üst kata çıkalım’ dedi, biz üst kata çıktık. Bir odaya gidiyoruz böyle ama protokollü; yani hemen çat kapı girilecek gibi değil… Kapıyı vurduk girdik içeriye, bir zat çıktı, sarıldılar Orhan Abimle öpüştüler. Orhan Abim “hastanız geldi” dedi. Meğer o şahıs abim için bu şiiri ‘ancak bir deli yazabilir’ diyen Dr. Fahri Celal Beymiş! Abim böyle bir insandı.
ORHAN VELİ’NİN ÖLÜM HABERİ ALAN ANNESİ AKLINI YİTİRİYORDU
-Orhan Veli’nin ölüm haberini nasıl aldınız?
-Ermeni Ortaokulu vardı Kumkapı’da… Ben orada Türkçe hocalığı yaptım, bir iki sene Türkçe dersi verdim, üniversite öğrencisiyken. Sabahattin Eyüboğlu’da Soğan Ağa Mahallesi’nde otururdu. Benim okuldan çıktıktan sonra, o yokuştan yukarıya çıkarken yakın olarak bir yerde otururdu. Bir gün okula gittim, derse gireceğim, müdür çağırdı beni. Dedi ki; “Sabahattin Eyüboğlu geldi, önemli bir şey varmış, seni acele görmek istiyor”… “Olur” dedim, “gider bulurum, derse gireyim de ondan sonra gider evine uğrarım” dedim. “Yok, istersen derse girmeden git, belki sana önemli bir şey söyleyebilir” dedi. Ben gittim Sabahattin Bey’e… Girdim içeri, bir durgun halde Sabahattin Bey. “Hayrola, abim hasta mı?” diye sordum. Sesini çıkartmadı. Bunun üzerine ben telaşlandım “doğru söyle yoksa öldü mü? dedim. Sabahattin Bey durgun bir ses tonuyla “şimdi başka vazifelerimiz var” diyerek sorumu başka biçimde yanıtladı. Yani işte onun cenazesi filan… Bu şekilde öğrendim ben abimin ölümünü! Hastaneye götürülmüş, otopsi yapılacakmış, ölümü şüpheli görülmüş. Bizim bu işleri halletmemiz gerekiyormuş. Benim eve gidip, babamın ve annemin gazetecilerden ve radyodan öğrenmeden önce haber vermemi istedi.
-Ne zor bir görev!…
-Ben tam eve geldim, Şişli’de oturuyorduk, o sene taşınmıştık işte Şişli’ye. Ben merdivenden çıkarken, iki kişi aşağıya iniyordu. İki gazeteciymiş… Kapıyı çaldım girdim, annem “şimdi buraya gazeteciler geldi, abuk sabuk şeyler söylediler, Orhan öldü dediler, başın sağ olsuna gelmişler, böyle bir şey olabilir mi” dedi. “Dur bakalım annecim gel oturalım” dedim, o esnada birkaç ahbabımız içeri girdi, sonra kalabalık sökün etti. Sonunda anneme söyledik. Öylesine bir şok etki yaptı ki, o aklı başında kadın oğlunun ölüm haberine alınca “Aa tamam ne diye düşünüyorsunuz” diyerek ayağa kalktı, sonra şöyle devam etti: “Ne diye böyle süklüm püklüm oturuyorsunuz, kalkın biraz oynayalım!” demez mi? Annem başladı böyle kalkıp oynamaya. “Biraz neşelenin” dedi… İşaret ettiler bana, anneni çıkar sokağa hemen diye. İşte ne giydirdiysek giydirdik, Kasım’dı zaten; 14 Kasım soğuk bir gün… Annemi çıkarttık dışarıya, koluna girdik dolaştırdık…
-Aklı gitti geldi yani?
-İşte böyle bir şey geçirdi annem.
-Zor tabii… Bir de çok genç.
-Sonra babam radyo evinde çalışıyordu, duymuş oradan geldi. Sonra bir ölü evinde ne olduysa oldu, ama tabi çok zor… O kadar terbiyeli nazik bir insandı ki Orhan Abim, ölünceye kadar babamın yanında bir sigara dahi içmedi.
-Babanım onun sigara içtiğini bilmiyor muydu?
-Bilmez olur mu? Bu kadar içki içen bir insan, sigara içen bir insan, bohem hayatı olan bir insan babamın yanında içmedi. Evimizin arkasında odadan çıkan uzunlamasına bir balkon vardı, oraya çıkardı. İşte ölümünden üç dört gün evvel, sulu kar yağıyor soğuk bir Kasım havası, evde bir iki misafir de vardı galiba, annem oturuyor soba filan da vardı ev sıcak… Abim bir ara yok oldu, anladım sigara içtiğini. Çıktım balkona gittim, soğuk, gömlekle duruyor orada. Üstüne bir şey giymiyor ki, balkon çıkacağı belli olmasın diye… Ben “Ağabeycim, babam senin sigara içtiğini biliyor. Artık burada bu karlı havada sigara içmenin âlemi yok, gel içeride iç” dedim. Bana ‘Fırfır’ derdi, sırtımı okşadı böyle, “Fırfırcığım, babamın üç günlük ömrü kaldı, hiç onu kırar mıyım?” dedi. Oysa üç gün sonra kendisi ölecekti. Ama o kendini fiziki sağlığını değil babamın manevi sağlığını düşünüyordu.
-Daha önce rahatsızlıkları oluyor muydu?
-Bizim bildiğimiz olmuyordu fakat otopsi neticesinde ciğerlerde siroz, akciğerde verem çıktı.
-Siz bilmiyordunuz ama?
-Kendi de bilmiyordu pek.
-Peki, Orhan Veli Nahit Hanım’la beraberdi, siz o yılları hatırlıyor musunuz?
-Hatırlıyorum, Ankara’dan hatırlıyorum. İşte ben ortaokul talebesiyken orada, o dönemde Nahit Hanım’la beraberdi. At yarışına meraklıydı, at yarışına giderdik. Beni de götürürdü at yarışlarına.
-Kendisi oynar mıydı?
-Oynardı oynardı, meraklıydı. Biz bir ara, Sarıyer’de oturduk. Sarıyer’de iskelenin karşısında bir yalıda oturuyorduk. Sarıyer’den Veli Efendi’ye yarışa da gittiğimiz olurdu.
-Nasıl gidiyordunuz efendim?
-Vapur ve tren biletlerimizi gidiş-dönüş almak şartıyla gidiyorduk çünkü çok az parayla gidiyorduk. Yani dönemeyebiliriz parayı kaybedip, 3–5 lirayla oynuyorduk zaten. Sirkeci’ye, oradan trene binip Veli Efendi’ye giderdik.
DENİZDEN YENİ ÇIKMIŞ AĞLARIN KOKUSU
Füruzan Hanım’la söyleşimiz eksantrik bir volan halinde gelişiyor. Beykoz dışına doğru bir tur atıp, sonra bir anda yeniden Beykoz’a dönüyoruz. Ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, bir süre sonra tekrar kendisimi Beykoz’da buluyoruz. Bunun için kimse gayret sarf etmiyor. Söz Sarıyer’e gelince, oradan dalyanlara geçiyoruz, bir bakıyoruz ki kendimizi yine Beykoz’da bulmuşuz. Şimdi de aynı yerdeyiz:
-Dalyanların ağları çıkartılıp karaya getirilirdi. Gazi Yunus Mezarlığı’nın altına doğru uzanan arsa vardı. Bizim yalıdan oraya doğru yürürdük. O arsaya dalyan direklerini ağlarını sererlerdi. Abimle yürürken durur, o ağların yanında derin bir nefes alırdı. Sonra bana dönüp söylerdi, “Bak Fırfırcığım, bu koku denizden yeni çıkmış ağ kokusudur” derdi.
Böylece insanın en özgür olduğu gitme halini anlatan “Gün Olur” şiirinin doğum yeri olan coğrafyayı da tespit etmiş oluyoruz. Beykozlular’ın Saray ile mektep arası diye tanımladığı deniz kenarında arsanın, edebiyatımıza dam vuran bir eserin doğumuna sahne olduğunu öğreniyoruz. Tabibi bu kadar da değil; değerli sanatçı Zülfü Livaneli bu sözlerden olağanüstü bir beste yapıp onu şarkılaştırmıştı. Konserlerinde binlerce kişi onunla bir ağızdan söylediler:
“Gün olur alır başımııı gideriiiiiiim/ Denizden yeni çıkmış ağlaaaarın kokusundaaaaa….”
Füruzan Hanım’ın yazıp çizmeyle ilgisi var mıydı? Bu soruyu kesin bir dille “hayır” diye yanıtladıktan sonra Orhan Abisi’nin şiirleriyle olan yakınlığını, onun için ne ifade ettiğini anlatıyor:
-Hayır, maalesef yazıp çizmiyorum. İyi bir okuyucu oldum hep… Abimin kitapları belim başucumdadır her zaman. Canım sıkılınca açıp okurum. Yol şiirleri çok hoşuma gidiyor. Ben gidemezsem o şiirlerle gidiyorum seyahate çıkıyorum.
DOĞRU DÜRÜST ŞİİRLER YAZSANA BE OĞLUM
Orhan Veli yaşarken de şiirlerinin kendinden önceki şairlerden farklı olduğu fark edilmiş bir edebiyat insanıydı. Her yeninin başına gelen elbette onun da başına geldi. Kalıpları kırıyordu, kolay değildi. O nedenle eskilerin biraz da ‘dudak bükmeleri’ bu yüzdendi. Kimi Bakırköy Sinir ve Ruh Hastalıkları Hastanesi Baş Hekimi Fahri Celal Bey gibi “bu şiirleri ancak bir deli yazabilir” diye tekdir ediyordu, kimi de doğrudan beğenmediğini söyleyip “doğru dürüst şiirler yazmasını” isteyebiliyordu.
Orhan Veli’ye “doğru dürüst şiir yaz be oğlum!” diyenlerin başında baba Fehmi Veli Bey geliyordu! Orhan Veli o ünlü şiirini yeni yazmıştı:
İstanbulda
Boğaziçinde
Bir garip Orhan Veliyim
Velinin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim
Bu dizelerle başlayan “İstanbul Türküsü” şiiri yayınlandığında Radyo Evi’ndekiler hemen dergiyi alıp Veli Bey’in yanına geliyorlar:
-Üstat bakın oğlunuz yine tuhaf bir şiir yazmış “Boğaziçi’nde bir garip Orhan Veliyim” diye…
Veli Bey akşama eve gelince biraz da canı sıkılmış yüz ifadesiyle koltuğuna oturuyor “oğlum” diyor:
-Niye böyle şiirler yazıyorsun? Boğaziçindeyim, garibim, zavallıyım falan diye ayıp oluyor. Biz garip falan değiliz ki, Allah’a şükür kimseye muhtaç olmadan geçirip gidiyoruz.
Orhan Veli hiçbir şey demiyor sadece gülümsüyor.
Veli Bey ise biraz ileri gittiğini, oğlunu kırdığını düşünüp kendiyle ilgili kısmı hakkındaki eleştirisini söyleyip geri çekiliyor:
-Madem yazıyorsun, bari içine beni karıştırmasaydın, Veli’nin oğlumu diye!
Orhan Veli, şairliği, kibarlığı, büyüklere saygısı, kadınları sevgisi, hayata karşı duruşu, özgürlüğü, ilkelerine bağlılığı, direngenliği, paraya önem vermeyişiyle hemşehrilerinin sonsuza kadar kendisiyle iftihar edeceği bir Beykozlu olarak Boğaziçi’nde yaşıyor!
Bende 1. Agustos 1944 yilinda Beykoz’da dünyaya gelmisim, Beykoz’lu olmak bam-baska bir seydir. Asaletin ta kendisidir.