Gazeteci Metin Göktepe’nin gözaltında öldürüldüğü 8 Ocak 1996 günü doğanlar önümüzdeki yıl iletişim fakültelerine kayıt yaptırabilecekler. Onların içinden de Metin Göktepeler çıkacak mutlaka…
Aynı yoldan yürüyecekler. Sadece gazetecilik yapmak için çalışacaklar. Haberin peşinden gerçeğe ulaşmak için koşturacaklar.
Bizim bu taş kafalı ve taş yürekli devletimiz ve onun kolluk kuvvetleri de aynı şeyi yapmaktan kaçınmayacaklar.
Sadece zevk için dövecekler, eğlenmek için işkence edecekler…
Ta ki, bu pervasız düzene son verene kadar!
Metin, 1990’ların iz bırakan gazetecisiydi. O Eyüp Spor Salonunda sadece gazeteci diye bu kadar ağır işkence görmüştü. Devletin polisi (ki, görevi vatandaşın canını malını korumak) gözaltına aldığı insanları sıra dayağından geçiriyordu. Metin her türlü haksızlığa karşı çıkan tavrıyla polisleri uyardı:
-Ben gazeteciyim!
Yani “bu yaptıklarınızı görüyorum, yarın öbür gün Evrensel’de yazacağım” demek istiyordu. O gün zorbalığın zirvesine erişmiş İstanbul çevik kuvvet memurları, bu uyarıyı “siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” gibi kof bir kabadayılık olarak algılamışlardı. Dövmek için Metin’i aralarına çağırırlarken, bir de anons yapıyorlardı:
-Dikkat bu gazeteci, özel muamele!.. Hah, hah ha!..
Vahşice döverek öldürdüler o gece Metin’i…
Bu devlet bu canavarlığı savundu!
Yalanlar uydurdu!
Duvardan düştü, yok olmadı sandalyeden düştü! Birinci sınıf maaş alan müdürler, amirler, hepsi bu sahte raporları imzaladılar, açıklamalar yaptılar. Hepsi yalandı. Zaten ortaya da çıktı.
Devlet her zaman olduğu gibi katillerin yanında durmayı tercih etti. Hâlâ da farklı değil. Eli silahlı bütün elemanlarını avcı ruhuyla eğitiyor. Sonra hayatın içine, vatandaşlarının üzerine salıyor!
İşe yarıyor mu?
Ne Metinler bitiyor, ne Evrenseller susuyor!
Metin her 8 Ocak’ta yeniden doğuyor:
-Yarın Metin Göktepe Günü!
Bir şey yapmalı!
Türkiye’de AKP karşıtı birikmiş öyle güçlü bir muhalefet potansiyeli var ki, kendiliğinden patlayan her eylemin çevresi, bir anda dayanışma halkalarıyla örülüyor.
Eylem bitince de bu birliktelik sona eriyor.
Çünkü “AKP karşıtlığı” yeterli bir muhalefet temeli olamıyor. Sadece AKP’nin düzen suyunda (dümen de denilebilir) bir köpürüp, bir kaybolan dalgalar meydana getiriyor.
Hayatımızı değiştiren bunca yeniliğe karşın, eylem biçimlerini 1970’lerin coşkulu kitlelerinde aramak, bulamayınca da kahrolmak doğru mu?
Yeni şeyler bulmalıyız.
Bunun nasıl bir gereklilik olduğunu Başar Başarır, dünkü BirGün Pazar’da bir hayli etraflıca anlatmış. Birkaç kez okuyalım…
Gazeteci bir gün sıkılır…
Son zamanlarda yazılarımı aksatıyorum. İlker Yaşar’a karşı aynı mahcubiyetle telefon ediyor ya da e-posta yolluyorum:
-Nazım bugün yazamıyor!
BirGün’ün yazı işleriyle daha önce yaptığım anlaşmaya göre, benim adımın soyadımın altına “Bu gün yazısını yazamamıştır” notu düşülmüyor. Böylece “tembelliğimi” ilan etmiyorlar!
Zaten yazmadığım günlerin ertesinde bakıyorum ki:
Türkiye eksikliğimi hiç hissetmemiş, “aşırı normalliklerine” devam edebiliyor!
Bu girizgahtan sonra esaslı bir dertleşme yazısı geliyordu ki, “yeni dar sütun sisteminde” yerim bitmiş. Zaten gazetecinin can sıkıntılarından biri de bu yeni durumdur. 3500 vuruşu geçmeden son noktayı da koydum!