Türkiye ile Yunanistan arasında her dönemde “sorunlar” öne çıktı. Ege’de savaş uçaklarının “it dalaşı” yapmaları, kahramanlık haberleri olarak manşetlerde yer aldı.
Oysa komşu iki ülke arasında öylesine kopmak bağlar var ki… Büyük çoğunluğu sessiz acılar üzerinden hayata tutunup bugünlere geldiler.
Acıların ortasında yer olan kavram bile başlı başına bir zulme işaret ediyordu: Mübadele!
Anadolu’da yaşayan Rumlar ile Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar karşılıklı olarak yer değiştirdiler. Mübadele, değiş tokuş anlamına geliyor. Ama o zamana kadar hep mal ve hayvan alış verişi için kullanılmış bir kavramdı.
Tarihte ilk kez bu kavram insanlar için Lozan Antlaşmasında yer aldı.
Tatile giderken yanınıza alacağınız eşyaların telaşı bile insanın içini daraltmaya yetiyor. Bir de o dönemin insanlarını düşünün. Size “hadi” diyorlar:
-Gidiyorsunuz!
Nereye gittiğinizi, neler yaşayacağınızı bilmiyorsunuz. Vardığınız topraklarda birlikte yaşayacağınız insanlarla aynı dine mensupsunuz. Ama diliniz yok. Türkiye’ye gelen Müslümanların ana dilleri Rumca… Yunanistan’a giden Rumlar ise sadece Türkçe biliyorlar!
O yıllarda yaşananları, yaşayanlar çocuklarına bile anlatmadılar. Ana babalar çocuklar gizli bir şey konuşmaları gerektiğinde başka bir dille iletişim kurdular. Çocuklar “ne dediniz?” diye sorduklarında “siz anlamazsınız, işinize bakın” diyerek savuşturdular.
Derinlerde bir şeyler vardı… Ama ne?
1990’larda Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte insanlar köklerini aramaya başladılar. Orta Asyalı Türkler en öndeydi. Herkes o tarafa koştu.
Bir de Türkiye’nin Batısı vardı.
Batıyı keşfetmek, atalarının doğduğu topraklara doğru yolculuklar yapmak isteği Lozan Mübadilleri Vakfı’nın (LMV) kurulmasıyla sonuçlandı. Fiilen 2000 yılında çalışmalarına başlayan LMV, ulaştıkları yerleşimlerde tıpkı kendileri gibi yürekleri yaralı dostlar buldular. Aradan geçen bunca yıla karşın yaşlıları ana dillerinden kopmamışlardı:
-Hoş geldiniz be yahu!
Lozan Mübadillerinin çocukları annelerinin babalarının doğup büyüdükleri kasabaları, köyleri, evleri masalsı anlatımlar üzerinden arıyorlar ve buluyorlardı:
-Bizim evin bahçesinde bir kuyu varmış!
-O kuyu işte şurada!
-O zaman bizim ev de bu?
Bundan sonrasına yürek dayanmaz… Yüzünü hiç görmediği insanın boynuna sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlamak mı dersiniz? Yoksa “seni otele bırakmam, burası senin evin bu gece kalacaksın” ısrarları mı istersiniz?
Birbirlerini hiç görmemişler ama o kadar özlem dolular ki, ayrılamıyorlar!
Bu lezzetli acıları ortaya çıkartan Lozan Mübadilleri Vakfı oldu. Kuruluşun Genel Sekreteri Sefer Güvenç, bütün mesaisini bu vakfa harcayarak inanılmaz işlere imza attı.
Sefer Güvenç için en güzel tespiti LMV Başkanı Ümit İşler yaptı:
-Vakfın başardığı her işin yüzde 85’i Sefer’e aittir!
Lozan Mübadilleri her yıl değişik tarihlerde suyun öte yanına seyahatler düzenliyor. Aman bir yanlışlık olmasın turistik “gezi” değil: Mübadil Buluşmaları!
LMV toplumsal hafıza için soylu bir uğraş veriyor!
YAZAR YAZMAZSA NE OLUR?
Bu satırların yazarı gazetesini çok sevmesine karşın yazılarını aksatmakta bir beis görmemektedir.
Niye yazmadın diye sorulduğunda da makul bir yanıtı vardır:
-Yazmadığım zaman bakıyorum, ülkede hiçbir değişiklik meydana gelmemiş!!!
Anlar ki “çok önemli” değildir!
Geçen hafta boyunca Lozan Mübadilleri Vakfı ile uzun bir Yunanistan yolculuğu yaptığımdan üst üste birkaç yazı aksattım. Yazı İşleri Müdürümüz İlker Yaşar ile yaptığım gizli anlaşmayı da açıklama zamanı geldi:
-Yazmadığım gün köşenin logosunu yerleştirip altına da “işlerinin yoğunluğundan bugün yazamamıştır” diye bir not koyup tembelliğimi ilan etme lütfen!
Okur nasıl olsa fark etmez, dün mü yazmıştı, yoksa yarın mı yazacaktı?
Meğerse öyle değilmiş! Önceki gün Eyüp Boz aradı:
-Abi BirGün’den ayrıldın mı?
-Yoo nereden çıkarttın?
-Kaç gündür yazın çıkmıyor?
İçimden “vay canına” dedim, demek ki düzenli okurlarımız varmış. Ayrıca Eyüp Boz sadece “bir okur” olmanın ötesindedir. Sinemamızın yetiştirdiği son yıllardaki en parlak görüntü yönetmenlerindendir. Yaptığı bir işlerle ilgili adres vermem gerekirse, Yüksel Aksu’nun “Dondurmam Kaymak”, Mahzun Kırmızıgün’ün “Beyaz Melek”, Onur Ünlü’nün Altın Portakal Ödüllü “Beş Şehir” filmlerini sıralayabilirim.
Yazmaktan kaçmak fena değildi, ama yakalanmak daha güzelmiş!