Her maden kazasında Zonguldak’takiler de ölür!

 

Bu uzun makale National Geographic Dergisi için yıllar önce yazıldı. Zonguldak’ta madenciler, madenci eşleri, aileleri, çocukları ile konuşularak 15 günde tamamlandı. Ama elbette 15 günlük bir çalışma değildir. Gazetecilik kıdemi + 15 gün olarak hesaplanmalıdır. Maden işçiliği, maden kazaları nasıl birbirinin aynısı ise büyük kazalar sırasında ve sonrasında yaşananlar da aynıdır. 1992 Zonguldak Kozlu’da 193 ölümlü kazadan sonra neler yaşandıysa Soma’dakiler de yaşayacaklar. Buna kader de deniliyor, kadersizlik de…  

 

 

Yeşil gözlü genç kadın evinin mutfağıyla salondaki masamsı büyük sehpa arasında mekik dokuyor. Her seferinde elinde iki tabakla mutfaktan dönüyor. Siyah ve yeşil zeytin, beyaz peynir, kaşar peyniri, tereyağı, kendi yaptığı ev reçelleri, dilimlenmiş, domates, salatalık, biber, haşlanmış yumurta ve taze ekmekle, masayı donatıyor. Dokuz yaşındaki Melike Nur küçük adımlarıyla annesine yardım ediyor. Becerikli karısının hamaratlığını gururla izleyen Musa Aydın, çaydanlığın demliğini eline alıyor, ince belli bardakları yarısına kadar dolduruyor. Diğer yarısını da sıcak su ile takviye ederken “Hadi Meryem, sen de gel otur artık” diyerek kahvaltıya başlama vaktinin geldiğini bildiriyor. Meryem, kendi yarattığı görkemli sofraya otururken, kocasına sevgiyle gülümsüyor. Sonra domates tabağının üzerinde gezdirdiği tuzlukla birlikte, Zonguldaklı kadınların ortak kadersizliğini masaya serpiyor: “Madenci kızı oldum ama asla madenci karısı olmayacağım diyordum.”

Meryem, belki de büyük konuştuğu için bir madenciyi sevip, evlendiğini düşünüyor. Annesi ve ablalarıyla birlikte yaşadıklarını özetlerken, madenci elbisesi yakamamaya ahdettiğini söylüyor. Esas madenci karısı-kızı olmanın çilesiniyse sona saklıyor: “Bir de ocaktan bugün sağ çıkacak mı? Babamda bunu yaşadım kocamda yaşamak istemiyordum. Ama kader işte bir madenciyle evliyim, o korkuyu yine yaşıyorum!”

Meryem’in korkusu, kocası Musa’yı on üç yıl önce lise öğrencisi olduğu sırada yakalıyor. 3 Mart 1992 günü Zonguldak kömür havzasının iki yüz yıllık tarihindeki en büyük grizu patlaması Kozlu’daki Uzun Mehmet kuyusunda meydana geliyor.  O sırada sokakta arkadaşlarıyla top oynayan Musa, koşarak ocağı tepeden gören arsaya geldiğinde babası Mehmet Aydın’ın çalıştığı kuyudan alevler çıkmakta olduğunu görüyor: “ İnsan o ocaktan kimsenin sağ çıkamayacağını düşünüyor. Ama yine de bir umutla işletmenin kapısına yığılıyorsunuz.”

 

Tıpkı Gülsün Kaplangil gibi… Patlama sesiyle birlikte Türkiye Taş Kömürü Kurumu Kozlu Müessese Müdürlüğü’nün kapısına yığılan kadınların en önünde o yer alıyor. Sonra farklı bir nedenle önlerinde olacağı kadınların arasında, “ölüm ocağın” kapısında  umutla eşinden “yaşıyor” haberi almak için bekliyor.

Grizu patlamalarında ölen, maden işçilerinin aileleriyle görüşüyoruz. Sabah kahvaltısını şehit madenci oğlu Musa Aydın’ın evinde yaptıktan sonra Gülsün Kaplangil’e gidiyoruz. Ortanca kızı Ceyhan’la birlikte yaşayan Gülsün eşi Celal Kaplangil’in bakım atölyesinde çalıştığı için olağanüstü bir şey olmadan “aşağı” inmediğini söylüyor: “ O gün (3 Mart 1992 Salı) ocağa inmesi gerekiyormuş. Birlikte kahvaltı ettik. Karşılıklı oturup birer sigara içtik. Akşam yedi buçuk sekiz de çıkacağını söyledi. Çıkarım dediği saatte grizu patladı!”     

Gülsün eşinin ölümünü ancak iki ay sonra kabul edebiliyor. O hale geliyor ki,  psikiyatrisine “beni uyutun, uyandığımda her şey yeniden başlasın” diye yalvarıyor. Doktor ise “bunu ancak sen yapabilirsin” diyor. O da kendisine bir uğraş buluyor: Şehit Madenci Aileleri inisiyatifini kuruyor. Kendi kocasıyla birlikte ocakta yanarak kömür haline gelmiş, kömür işlerinin vicdanı oluyor. Hak mücadelesinde mahkeme salonlarından, sendika toplantılarına kadar her yerde onun çığlığı yankılanıyor. Bir keresinde kadın yargıç azarlayarak duruşma salonu dışına çıkartmak istiyor. Gülsün, “hayır” diye haykırıyor: Kocamı madende bırakanlar, beni bu salondan çıkartamazlar!

Kaplangil öylesine coşkulu anlatıyor ki, 13 yıl önceki grizu evin salonunda bir kez daha patlıyor. Acılar bütün zalimliğiyle ortaya saçılıyor. Gülsün’ün gözleri nemleniyor, kızı Ceyhan sessizce ağlamaya başlıyor. Tolga fotoğraf çekemiyor, gözleri kıpkırmızı. Artık ben de not alamıyorum.

Bu türden facialarda acılar, olay anıyla sınırlı kalmıyor. Tersine artçı acılar, yola çıkıyor. 

Grizu kazaları sonrasında ölen madenci eşlerinin “kıymetleri” artıyor, en yakınları için bile “menkul değer” haline geliyorlar.  Madenci dulu, çok genç ve de çocuksuz ise ailesi, “kaza tazminatı” ile birlikte kızlarını geri almak istiyorlar. Diğer taraf ise ölen oğullarının “tazminatıyla” beraber gelinlerini bağırlarına basıyorlar. Küçük oğullarını, imam nikahıyla ağabeyinin dul eşine koca diye takdim ediyorlar. Bir de acıların “çoğalması” var. Gülsün, ölen bir madencinin eşiyle görüşmek için köydeki evine gidiyor. Kazanın üzerinden 11 ay geçmiş. Dul kadının kucağında yeni doğmuş bir bebek duruyor. Hışımla “bu ne?” diye sorduğunda kız başını öne eğiyor, sadece “kayınbiraderimden” diyebiliyor.      

Bu kızlar felaketin görece “talihli” olanları. Daha kötüsü ne olabilir ki? Kazanın üzerinden 6 ay geçmiş, ölen madenci eşleri TTK’da tazminat işlemleri için sıra bekliyorlar. 25 yaşına yeni girmiş acılı bir dul, bankların üzerinde ağlıyor. Hiç kimseyle konuşmuyor. Ara sıra yanına 55-60 yaşlarında bir adam gelip, bir şeyler söyleyip gidiyor. Adam kızdan uzaklaştığında diğer kadınlar kızı kuşatıyorlar. O zaman kızın, kayınbiraderiyle evlendirilen yaşıtından daha talihsiz olduğu ortaya çıkıyor: “Kayınpederimin aldı beni!” Adam oğlunun tazminatına talip, körpe beden de ek ikramiyesi oluyor.

Maden işçileri, onları sarmalayan sosyal koşulların yeraltındaki çalışma koşullarından daha acımasız olduklarını farkındalar: “Bizim dirimiz de para eder, ölümüz de!”

Maden işçileri 2005 yılı itibariyle ortalama net1 milyar ile 1 milyar 300 milyon lira  arasında değişen aylık ücret alıyorlar.  Belki de bu yüzden Zonguldak ülkenin pahalı kentleri arasında ön sıralarda geliyor. Büyük kentlerin pahalı alış veriş merkezlerinde görülen marka ürünlerin tümü Zonguldak’ta bulunabiliyor. Madencide para vardır yargısı o kadar sağlam veri tabanı oluşturmuş ki, alış verişte pazarlık yapmak onlar için “ayıp” haline getirilmiş. Meryem Aydın, semt pazarında eline aldığı bir tekstil ürünü için “1 milyon indirim yapar mısın” dediğinde pazarcı şöyle yanıtlıyormuş: “Kızım senin kocan madenci değil mi?”

Meryem, parayı zor harcadığını çünkü onun, can pahasına kazanıldığı bildiğini söylerken esnafa da bir dokundurma yapmadan geçemiyor: “Bize bakarken gözlerinde dolar işareti oluşuyor.”

Maden işçilerinin yörede “evlenilecek adam” imajı bakımından kredibilitesi çok yükseklere çıkmış bulunuyor. Fotoğrafçı Tolga Sezgin’in kimya yüksek mühendisi olmasına gönderme yaparak 25 yaşındaki bekar Ceyhan Kaplangil’e “beni ne doktorlar, ne mühendisler” esprisini hatırlattığımda “yok artık öyle değil” diyor: “Şimdi genç kızlar; beni ne kazmacılar, ne domuzdamcılar, ne lağımcılar istedi, diye hava atıyor.”

Evlenmek için şans kapılarında bekliyor ama, maden işçinin çalışma hayatında şansa çok ihtiyacı var. Hiç ocağa girmeyen Ceyhan’ın babası Celal Kaplangil’in “aşağı” indiği gün yaşanan grizu faciasından izinli olduğu için “şans eseri” kurtulan Kazım Zorba, “bütün ekip arkadaşlarımı kaybettim” diyor. Kozlu  Müessesindeki “Kartiye 5” adlı ocağının şefi olan Zorba yirmi dört yıldır madende çalışıyor. Çalışma hayatının her günü yeraltında geçiyor. Ücretsiz izin aldığı 3 Mart 1992 Salı günü, eksi 560 kotunda (deniz seviyesinden 560 m. aşağıda) çalışan 27 kişilik ekibinin tamamı gaz zehirlenmesinden ölüyor. Kazım’ın anlatımından Zonguldaklı madencilerin teknik yönden de “kadersiz” oldukları ortaya çıkıyor: “Gaz maskemiz yoktu!”

Bu konuda Zonguldak’ta herkesin bildiği bir “sır” bulunuyor. O tarihte Dünya Bankası kredisiyle alınan gaz maskeleri bürokratik engellere takılı halde Zonguldak Gümrüğü’nde 1992 Ocak ayının ilk haftasından beri bekletiliyor. 263 işçinin ölümünden sonra gaz maskeleri TTK teslim ediliyor.

 

Herkesin “buradan canlı insan çıkmaz” dediği Kozlu’daki cehennemden sağ kurtulan Hasan Bozacıoğlu 16:00- 24:00 vardiyasında nezaretçi olarak eksi 560  kotuna iniyor. Kaza anını şöyle anlatıyor: “Patlamayı duydum ve bayılmışım. Biz yedi kişiydik. Yere düşünce yüzümüzü alev yalamış. Gözümü üç gün sonra hastanede açtım. Kafam soba gibi olmuş.”

Karısı Rafiye, hastanede ayaklarından tanıyabildiğini söylüyor. Hasan’ın kafasına erimiş bareti yapışıyor. Tedavi süreci hastanede dört ay sürüyor. Kendisine son derece sade bir estetik cerrahinin uygulama yapılıyor: “Baret eriyip kafama yapışmıştı. Ankara Dışkapı SSK hastanesinde, yüzüme sıcak su tutarak bildiğimiz permatikle derilerimi kazıdılar. Çok canım yandı, çok küfür ettim o zaman. Sonra dua ettim, Allah onlardan razı olsun. Yüzümde yeni deri oluştu, şimdi genç görünüyorum. Yalnız soğukta yüzüm ve ellerim çok üşüyor.”

Hasan artık 50’sini aşmış emekli bir madenci ama 35 yaşında görünüyor. Kazandan sonra beş yıl daha çalışıyor. İyileşip döndüğünde ocağa inmek için ilk kez  kafese bindiğinde korktuğunu saklamıyor. Sonra alışıyor. Peki ya şimdi inebilir mi? Şartlı “evet” diyor: “Ocakta işçi varsa inerim. Alın işçileri giremem, korkarım!”

Hasan Bozacıoğlu’nun nasıl bir cehennemden kurtulduğunu daha iyi anlayabilmek için “Eğitim Mühendisi” olarak çalışan Erdinç Günay’ı dinlemek gerekiyor: “Grizu patlamasında  ilk anda 25-30 kişi ölebilir. İkincide kömür tozu patlar ki, 1992’de bu oldu. 1 metreküp havada bulunan 3 bin ppm karbonmonoksit insanı tek nefeste öldürür. Kozlu’da 50 bin ppm açığa çıktı. Tek kurtuluş gaz maskesi idi. O tarihte maskemiz yoktu.”  

 

Meslek hayatımda Zonguldak’a kaç kez geldiğimi hatırlamıyorum. 1990’da “Zonguldaklı Valesa” olarak ünlenen sendika başkanı Şemsi Denizer’i yaratan destansı Maden Grevi ve 80 bin kişilik Ankara Yürüyüşü sırasında 40-45 gün bu emek kentinde kaldım. Yeraltında çalışanları, ailelerini, yürüyüşlerini, mitinglerini, toplu sözleşmelerini izledim, yazdım. Ama maden ocağına hiç girmemiştim. Bu sefer “eksikliğimi” gideriyorum.

 

Asma-Dilaver İşletme Müdürü Ali Hekim, bir gün öncesinden ocağa giriş koşullarını bana bildiriyor. Yedek iç çamaşırı ve çorapla gelmem gerekiyormuş. Bunlar kolay, hazırlıklarımı yapıp verilen saatte tesise geliyorum. Müdür beyin odasında bir çay içimi sürede günlük rutini izleme fırsatım doğuyor. Bölüm müdürleri ellerinde plan dosyalarıyla odaya giriyorlar. O gün çalışma yapılacak ocak, galeri ve ayaklar üzerinde mutabakat sağlıyorlar. Bu planlar aşama aşama en alttaki işçilere kadar gidiyor. O kadar ayrıntıya giriliyor ki, sanki kömür kazmak için madene inilmeyecek de çok yönlü bir hava harekatı yapılacak.

Günlük planlar bitiyor, Müdür bey beni maden mühendisi Turhan Karagöz’e teslim ediyor. Yeraltına onunla inip çıkacağım. Turhan’ın odasına geçiyoruz. Onunkinin dışında iki masa daha var. Girdiğim tüm bürolarda birden fazla gazete dikkatimi çekiyor. Turhan ve arkadaşlarının odasında da Birgün’den Zaman’a kadar bütün gazeteler var. Bu kadar çok gazeteyi ancak medya bürolarında görmek mümkün.

Turhan Karagöz’le birlikte soyunma odalarına geçiyoruz. İşçiler, teknik elemanlar ve  mühendisler için ayrı bölümler bulunuyor. Ben mühendislere tahsis edilmiş odaya giriyorum. Kalın kanvas kumaştan madenci ceketi ve pantolonu giyip ayağıma da burnu demirli lastik çizmeleri geçiriyorum. Sonra üstüme madenci gocuğu giyiyorum. Kafamda da sarı bir baret takıyorum. Bitmiyor, Lambahane’ye geçiyoruz. Baretin önünde takılan lamba ve onun enerji kaynağı bataryasını belimdeki kemere yerleştiriyorum. Grizu patlamasına karşı tek önlem olan gaz maskesini kutusunu da kemerin diğer tarafına iliştiriyorum. Artık madene inebilecek hale geliyorum.

Lambahane’de her işçinin bir lambası var. Vardiya çıkışlarında bir görevli numaralandırılmış lambaları kontrol ediyor. Eğer eksik lamba çıkarsa bu aşağıda “unutulmuş işçi” anlamına geliyor. Ki alarm veriliyor… Kayıp işçi bulunmadan kimse giyinip gitmiyor. Madencilerin aralarındaki bağlılık ve güvene başka bir oluşumda rastlamak zor gibi geliyor. Hani “takım ruhu” falan diye seminerler düzenleniyor ya, madenci ruhunun yanında hepsi “nane ruhu” kalabilir. Madenciler bunu açıklarken “biz her gün ölümle dans ediyoruz” diyorlar:

“Burada birimiz hepimiz için,hepimiz birimiz içiniz!”

Michael Zevaco’nun tanımıyorlar “Pardayanlar”ı okumamışlar. Onların yaşam sloganı doğaçlamadan geliyor. Örneğin bir kaza olduğunda, sağ kalanlar “kaçalım canımızı kurtaralım” diye asansörlere koşmak yerine, ölü- yaralı var mı diye kaza olan galerilere yöneliyorlar. Sonra topluca yeryüzüne çıkıyorlar.

TTK Asma- Dilaver İşletmesi’nde “Üzülmez -1” ve “Üzülmez-2” adlı iki kuyu bulunuyor. Birinciye “İnsan Kuyusu”, ikinciye “Kömür Kuyusu” deniliyor. Ben Turhan Karagöz’le birlikte “Kafes”in başına geliyorum. Kafes işçileri madene indiren asansörün adı. Benimle birlikte kafese binecek olan mühendisler ile Dr. Ali Tunç da var. Asansör kafes, sahici kafeslerden daha ürpertici… Köle ticaretinin yapıldığı dönemlerden kalma izlenimi veriyor. Girişten 208 m. aşağıya eski 170 kotuna iniyoruz. Lunapark trenlerini andıran ilkel vagonların madenci dilinde “fayton” deniliyor. Buradaki trenler “ölümle vals yapanlar” için fazla eğlenceli olamıyor. Ocağın dibinden 3 bin 500 metre ilerledikten sonra galeriyi aydınlatan elektrikler kesiliyor. Kör karanlığı baretin önündeki madenci lambaları aydınlatıyor. Ben, Turhan diğerlerinden ayrılıyoruz. Kuzey yönüne doğru “Acun Ayak” adlı üretim bölgesine gideceğiz.

Rayların döşendiği ahşap traveslere basarak ilerliyorum. Turhan caddede yürürcesine rahat. Onun bastığı yerlere basmaya dikkat ediyorum. Biraz sonra raylar minik derelerin içine dalıyor. Yavaşlayıp kafamı kaldırıyorum. Aman Tanrım! Girişte normal karayolu tünelleri gibi betonlanmış galeriler şimdi çelik atkılarla duruyor. Çelik atkıların arasına ahşap tahkimat yapılmış. Ama bazı yerlerde güçlü bir el tarafından iki yandan birbirine doğru sıkıştırılarak itilmişçesine ahşap atkılar fırlamış… Elektrik direği kalınlığında ki galeri duvarlarını taşıyan çelik atkılar yumruk yemiş gibi kılıçlamasına eğilip bükülmüşler. Galeride iki kişi ilerliyoruz. Korku tüneli havası hakim. İlerden seslerler geliyor. Beş altı dakika sonra oradayız. Buraya üçgen çatılı bir kulübe iskeleti yapılıyor. Galerinin yan duvarları karşılıklı olarak 75 cm ileri çıkmış. Bir başka anlatımla galeri 1.5 m. daralmış. İşçilerin yaptığı bu tahkimata “İngiliz Kilidi” deniliyor. Kilidi vuran ekibin bu dehlizlerdeki markası da ünlü: Taramacılar!

Terlemeye başlıyorum. Turhan Karagöz “aşağı inirken  her 30 metre 1 derece ısı artar” diyor. Bulunduğumuz yerde sıcaklık 22-23 dereceye ulaşmış durumda.

Deniz seviyesinin 170 metre altında yaya olarak gezintimiz sürüyor. İlerde soluk bir ışık huzmesi görüyorum. Birazdan oraya varıyoruz. Dr. Ali Tunç işçilere kurtarma dersi veriyor. Doktorun babası ve büyükbabası da madenci. O ailenin “okumuş çocuğu” olarak, hayatları bu dehlizlerde geçmiş büyüklerinin yolundan ayrılamıyor. Madenciler iş kazasına “kazalanma” diyorlar. Dr. Ali anlatıyor:

“Kazalanan işçinin önce nabzına bakılacak. Sonra karık,ezilme, kanama var mı, kontrol edilecek.”

Doktor eğitime devam ederken biz de gezimizi sürdürüyoruz. Galeri bazen kavşaklara geliyor, Turhan “buradan” diyor yeni bir yola giriyoruz. Şimdi de kısa bir dönüşle gürültülü bir yere geliyoruz. Burası kömürün kazıldığı yer, yani ayak. Galeriyi çapraz kesen ahşap bir merdivenle tavana ulaşıyoruz. Her ayak bir tünel ama yükseklik 1 metrenin altında. Önce eğilerek, sonra ellerimin ve dizlerimin üzerinde dört ayak ilerleyebiliyorum. Turhan “işte” diye gururla gösteriyor: “Kömür alınan yer, ayak dibi burası.”

Ayak dibinde iki kişi çalışıyor. Biri kazmacı, diğeri kazmacı yedeği. İkincisi maden işçiliğinin ilk basamağı. Yeni işçi kazmacı yedeği olarak  başlıyor. Ustası kazıyor, o çıkan kömürü hareketli bantların üstüne küreğiyle atıyor. Çalışma alanı 1.5 m eninde, 2.5 m. uzunluğunda ve 3 m. yüksekliğinde bir hücreye benziyor.

Kazmacı Selahattin Özer ile yedeği Sezer Sivriler 8 saatte 20 ton kömürü kollarından geçirip yer yüzüne yollayacaklar. Selahattin usta 13 yıllık madenci. Sorum üzerine “Çocuklarımın da madenci olmasını isterim. Ben çok ekmek yedim bu mübarek ocaktan. Evim var, arabam var.”

Kömür alınan bölgede çökme olmaması için üst üste çapraz kütüklerle tavana kadar tahkimat yapılıyor. Bu operasyonun adına “Domuzdamı” dineliyor. Yapanlara da Domuzdamcı… 1994’ten sonra kazmacılık ve domuzdamcılık tek grup haline getirilerek birleştirilmiş.

Ayaktan iniyoruz. Madene ineli iki saati geçti. Yürüyerek geride bıraktığımız mesafe 5 km oldu. Daha önümüzde bir o kadar yol var. Kömür yüklü vagonların yanından geçerken sırtımız duvara dayanıyor. Sürtünerek zorla geçiyoruz. Turhan’ın gözü madende:

“Bak bak, kömürün güzelliğine bak! Nasıl parlıyor?”

İyi kömürün özelliği parlaklığında gizliymiş. Aralarında gönül bağı oluşmuş. Bu çileyi seviyor. Samimiyetimiz de arttığından biraz damarına basmak için “burası cezaevine benziyor” diyorum: “Kendimi hapiste zannediyorum, kürek mahkumu gibi…”

Turhan benim “ağır fantezimi” yerle bir ediyor:

“Benim büyükbabam Ali Karagöz 1950’de  Çankırı’da suç işliyor 3 yıl hapis cezası alıyor. Çankırı’da 3 yıl yatmak yerine,  Zonguldak’ta 1.5 yıl maden işçiliği yapıyor. Cezası infaz edilmiş sayılıyor!”

O zamanlar böylesi uygulamalar varmış. Ağır hapis cezasının, maden işçiliğinin yanında hafif kaldığını devlet de kabul ediyormuş. Türkiye çok partili rejime geçene hatta daha da sonrasına kadar Zonguldak yöresindeki köylerde zorunlu maden işçiliği uygulaması vardı.

Tarihin karanlık dönemlerine kalma bu uygulamanın canlı tanığını Amele Birliği Hastanesi’nde buluyorum. Dr. Metin Çelikiz’in hastası olan 75 yaşındaki Mehmet Salman maden işçiliğine başlama anını çok net hatırlıyor:

“1946’da köye jandarmalar geldiler; beni alıp Çaydamar Ocağı’na bıraktılar!”

1946’da girdiği madenden 1979’da emekli olarak ayrılıyor. Ciğerlerinin yüzde 86’sını pnomokonyoza (toz hastalığı) teslim etmiş olarak. Pişmanlık yerine şükran duyguları ağır basıyor: “Ekmeğim madenden çıktı, hala bana kömür bakıyor!”

Zonguldak maden işçilerinin kenti olarak tarihe geçti. Bir zamanlar kömür havzasında 40 binin üzerinde işçi çalışıyordu. Şimdi toplam işçi sayısı 15 bini aşamıyor. Kendisi de şehit madenci çocuğu olan Türkiye Taş Kömürü  Genel Müdür Rıfat Dağdelen 2004’te 2 milyon ton kömür çıkarttıklarını söylüyor. Bu rakam Türkiye ihtiyacının ancak beşte birini oluşturuyor. Dünyada kömür yeniden “yükselen değer” haline geliyor. Genel müdüründen kazmacı çırağına, bütün madenciler bu iklimin Zonguldak havzasına da uğramasını diliyorlar.      

   

Posted in Genel.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir