Türkiye’nin içine yuvarlandığı durum karşısında karamsarlığa kapılanlar “yok artık” diyorlar:
-Bu ülkede yaşanmaz!
Ne yapacaksın?
Bu sorunun ekonomik-politik durumlara göre değişen yanıtları var. Ancak şu da bir gerçek: 2 Kasım 2015 Seçimlerinin üzerine bir de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gelince ülke yaşanılır olmaktan çıktı!
Her şey tersine gelişiyor.
Darbe püskürtüldü, ama sonrası darbeden beter oldu. Darbecilerin hedeflerinde olanların tümü, darbeden kurtulanlar tarafından onlara reva görülür oldu.
Darbe önlendi etraf demokrasi naralarıyla inledi. Ama demokrasi gelmedi. Tersine daha uzaklaştı.
Sadece iktidarın alabildiğine keyfi yönetimi değil, parlamento içi muhalefet de umutsuzluğu arttıran etken oldu.
Yenikapı’da inşa edilen hapishane duvarlarını milli mutabakat adıyla takdim edilmesi aklı başında olanları çileden çıkarttı.
Bütün bunların daha da kötüleri var. Özetin özeti bu sıralananlar…
Peki bu durumda yapılacak iş “çekip gitmek” olabilir mi?
Olağanüstü dönemlerde Türkiye’den Avrupa merkezlerine binlerce politik göçmen gitti. 12 Mart 1971 ve sonrasında, 12 Eylül 1980’de kaçıp gidenlerin temel kaygıları bir süre sonra Türkiye’ye dönmekti.
Şimdi “gitmek” yanlısı olanların böylesi bir düşünceleri yok. Hayat tarzlarını kurtarmak! Hani seçimlerden önce Tayyip Erdoğan sıklıkla dile getirirdi:
-Kimsenin hayat tarzına karışmayacağız!
İşte o hayat tarzını birey birey kurtarmak!..
Yaşamadan öğrenilmeyecek bir deneyimdir, göçmenlik. En iyi yaşayanlar bilir. Yaklaşık dört yıl önce böylesi bir belgesel için İsveç’e gitmiştim.
Yakın Tarih’in “Vatan yahut Stockholm” bölümünde ağırlıklı olarak 12 Eylül göçmenleri yer almıştı.
Vatan özleminin insanları ne hale getirdiğini en iyi onlar biliyorlardı. Gözleri kulakları Türkiye’de idi. İçlerinden biri şöyle demişti:
-İsveçlilerden daha iyi konuşacak kadar İsveççe öğrendim. Ama ben İsveç’le ilgili haberleri bile Türkiye sitelerinden okuyorum!
Beş altı ay içinde döneriz diye gitmişlerdi. Bu yüzden oturdukları evlere eşya bile almamışlardı. Ama birkaç yıl geçip de 12 Eylül’ün kapsamlı programı ülkenin üzerine çöktüğünde dönüş umutlarını da yitirmişlerdi.
Diş hekimi olan politik göçmen Stockholm’de bir polikliniğe girip çalışmaya başlamıştı. Kendisinden başka hiç Türkiyeli biri yoktu. Bir gün kulağına yanık bir Anadolu türküsü çalınmaya başlamıştı:
-Ben artık kafayı yemeğe başladım diye düşünerek koridora çıktım. Hala duyuyordum. Bir diş teknisyeninin önünde açık olan transistorlu radyodan geliyordu türkü… İsveç radyolarından biri etnik müzik programı yapıyormuş. Bir örnek olarak da benim duyduğum türküyü çalıyormuş.
Ruh sağlığının yerinde olduğunu böylece öğrenmiş. Ama bu sefer de türkünün izleri içini jilet gibi doğramış. Ağlayarak odasına dönmüş. Mantosunu alıp çıkmış, artık bugün çalışamam diyerek.
Buradan bakılınca “Avrupa’ya gitmek” bayram tatillerinde yapılan 5-6 günlük paket turistik turlar gibi görünebilir. Ama gerçek hiç de öyle değildir.
Mülteci olmak eskiden de çok kahırlı bir “meslekti”, şimdi daha da zorlaştı. Bunu en güzel “Sürgün” adlı bestesinde Zülfü Livaneli anlatır:
“Fırtına da ak ayazda
Sürgün her yerde hep yalnızdır
Gül açsa da kuş uçsa da görmez
Dalgındır
Her durakta her uykuda
Sürgün her nefeste yalnızdır
Her şafakta her yudumda
Hasret sancıdır”
Türkiye’den gidince Türkiye de senden gitmiyor. Tersine daha büyük bir yürek ağrısı ile gelip içine oturuyor.
Temmuz ayından bu yana harıl harıl Avrupa, Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelerde yaşam için başvurular yapanların içine düştükleri açmazı İtalyan gazeteci Tiziano Terzani “Atlıkarıncada bir tur daha” adlı kitabında anlatmıştı. New York’ta yaşayan 89 yaşındaki İtalyan ressama şöyle dert yanıyor:
-Ben New York’tayken Kuzey İtalya’daki köyümü ve küçük evimi özlüyorum. Oraya gidince de burası burnumda tütüyor.
Yaşlı ressam gülümsüyor “bak evlat” diyor:
-Okyanusu bir kez aştın mı, artık devamlı olarak yanlış yerdesin!
Yani özeti şu ki, kaçan kurtulmuyor!
Başka şansımız yok:
-Bu ülke bizim, kalacağız ve kazanacağız!